Suyu Arayan Adam - Şevket Süreyya Aydemir
Hatırladığım kadarıyla okuduğum ilk otobiyografik kitap
Şevket Süreyya Aydemir’in ” Suyu Arayan Adam” adlı eseri oldu.
Bu eser, Edirne’de göçmen bir ailede doğup, Anadolu’da
cephelerde savaşmış, sonrasında Turan sevdasına Orta Asya’ya geçmiş ve
devrimden sonra Moskova’da eğitim almış, Cumhuriyetten sonra yurda dönüp inkılâbın
iktisadi politikaları ve bu politikaların fikri temelleri üzerine çalışmış,
hayatının her döneminde arayış içinde olmuş bu arayışını da “suyu aramak”
olarak nitelemiş bir fikir adamının hikâyesi.
Çocukluk çağında tanzimat ve hürriyeti, Bulgar çetecilerini,
ilk gençlik yıllarında Turancılık ve milliyetçi akımları, birinci dünya savaşı
esnasında Anadolu halkının fikri ve beşeri iptidai yaşantısını, sonrasında
Azerbaycan’daki yeni bir fikriyatın doğum sancılarını, Ekim devrimi ile her
şeyin yerle bir olmasını ve hayatının son döneminde ise Cumhuriyetin ekonomik
hamlelerini her dönem için değişen ve gelişen ve oldukça nesnel bir bakış açısı
ile anlatmış. Doğrusu bunların hepsi benim özellikle merak ettiğim dönemlerdi
ve epey bilgi edindim.
Harbe katılmak üzere İstanbul’dan trenle yola çıktıktan
sonra ve cephede askerlere ders verirken olan kısımları okurken adeta bir
dejavu yaşadım. Rumeli’den getirilen askerlerin Anadolu’nun ne kadar güzel,
yeşil ve ilim irfan dolu bir yurt olduğu ile ilgili anlatılanların karşısında
Marmara’dan çıkar çıkmaz görüdükleri, ne tek bir ağaç, ne en ufak bir yeşillik
bulunan uçsuz bucaksız çorak manzara karşısında hissettiklerini daha önce (ilk
gençlik yıllarımda) Yakup Kadri’nin Yaban adlı romanında da okumuştum.
Askerlerin hayal kırklığı ve kandırılmışlık hisleri çok hüzünlüydü. Yine aynı
şeyleri görünce daha önce okuduklarımı teyit etmiş oldum. Fakat Erzincan’daki
birliğinde askerlere ders verirken aktardığı diyaloglar Yaban romanında aklımda
kalanlarla neredeyse bire bir aynıydı. Burada kendimden şüphe ettim ve hemen
kitaplıktan Yaban’ı çıkartıp ilgili yeri buldum. Hafıza yanıltıcı ve boşlukları
dolduruyor; diyaloglar birebir aynı değilmiş ama mana aynı. Yine de bu kadar
benzerlik şaşırtıcıydı ve epey aklımı kurcaladı…
Neyse ki bu benzerliğin sebebi kitabın sonlarına doğru
ortaya çıktı. Meğer Aydemir yurda dönüşünden ve hapisten çıktıktan sonra
içlerinde Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun da bulunduğu altı kişilik bir ekiple
“Kadrocular” adı altında “Kadro” dergisini çıkarmışlar. Bu benzerliğin sebebini
de burada anlamış oldum. Bu bir fikir birliğiydi ve muhtemelen konuşulup
tartışılmış bir mevzu idi.
Türkiye’nin, Osmanlı’nın bir devamı olduğu ve tarihin de
sürekli tekerrür etmeye meyilli olduğunu pek çok örnekte bir kez daha görmek
biliyor olmama rağmen çarpıcıydı. Halkın ve aydınların davranışları, anarşi,
devrim, inkılâp ve sömürgecilik faaliyetlerinin derinlikli analizleri okunmaya
değer önemli noktalardı.
Aydemir’in dili kullanımı, anlatımı ve betimlemeleri de pek
çok yerli romandan çok daha iyiydi. Böyle olunca da uzun fikri tartışmalar ve
yazarın iç tahayyülesini okumak da zor olmadı. Bu açıdan da alışık olduğum bir
türü okur gibi hevesle ve zevkle okudum.
Kitapla tanışmama vesile olan Sayın İbrahim Yazıcıoğlu
ağabeyime teşekkürlerimle.
Yorumlar
Yorum Gönder
Lütfen yazınız.