Varoluş ve Tarihsellik İnsan Felsefesi Çalışmaları - Uluğ Nutku



Uzun zamandır bloga yazı eklememiştim. Bu arada metodik okumalar yapmaya çalıştım, diğer taraftan Uluğ Nutku’nun Varoluş ve Tarihsellik İnsan Felsefesi Çalışmaları kitabı da epey vaktimi aldı. Uzun zamandan beri felsefe okumaya çalışıyordum ancak elimdeki kitaplarla bir türlü ilerleme kaydedemiyordum. Belki de vakti gelmemişti bilemiyorum. Sevgili Ferhat Nutku’nun hediyesi olarak gelen bu kitap da uzun süre kitaplıkta bekledi. Nihayet elime aldığımda sayfalar hızla akmaya başladı. Kitabın basit bir kitap olduğunu söylemiyorum, zaten okurken sürekli olarak notlar almaya çalıştım. Birazdan notları da okuyacaksınız. Bu arada Uluğ Nutku ile ilgili de araştırmaya başladım. Uluğ Nutku, Sivas Cumhuriyet ve Mersin Üniversitelerinin Felsefe bölümlerini kuran, hem akademide hem de felsefe camiasında oldukça saygı duyulan, daha da önemlisi çok sevilen bir felsefecimiz. 2014 yılındaki vefatına kadar çalışmaya devam etmiş. Elimdeki kitap da 2014 yılı Haziran’ında kendisi tarafından yazılmış bir önsöz ile başlıyor. Nutku’nun diğer kitaplarını okumak için fazlaca beklemeyeceğim sanırım. Notlar kısa ve kendi muhayyilem ile sınırlı maalesef, yeni başlayan birisi olarak ilk defa duyduğum şeyler benim için oldukça ilginçti. “Metallica diye bir grup keşfettim, süper” konumuna düşersem siz görmezden gelin. Zaten bu blogu da daha çok “kendime notlar” olarak tutuyorum. Biraz daldan dala atlar gibi olacak, şimdiden affınıza sığınıyorum. Burada söylemem gerekiyor; yazarın antropolojik insan, tarihsellik ve inanç/bilim ile ilgili yazdıkları daha geniş bir bakış açısı ve dikkat gerektiriyor. Bazı pasajları olduğu gibi yazacağım. Yazdıklarım size fikir versin, eğer ilgiliyseniz muhakkak tamamını okuyun.

 Nutku’ya ve alıntı yaptığı diğer felsefecilere göre; evrim, insan türünün ortaya çıkışı ile birlikte sekteye uğramış bir süreç. O güne kadar kendini çevresine uyarlayarak gelişen canlılar dünyası, insanlaşmanın ardından çevresini (doğayı) kendine uyarlamaya başlıyor. Bundan sonra ihtiyaçtan doğan evrim artık yavaşlıyor. Günümüze kadar da bu şekilde devam ediyor.  

İnsanın insan olarak varlığının bilgiye ulaşma üretme yada edinme ve anlam arama çabasıyla açıklanabileceği söylenir ancak dünya üzerinde ne bir kimse ne de bir toplum vardır ki salt bilgi yada anlam arama amaçlı olarak sanatla uğraşıyor olsun. Diğer taraftan biyolojik insanın da yeme içme barınma gibi temel fizyolojik ihtiyaçlarını gidermedeki önceliğini göz ardı edemeyiz. Biri olmadan diğerine sahip olan insanı eksik insan olarak nitelemeyeceğimize göre insanı ‘biyolojik insan’ yada ‘kültürel varlık olarak insan’ şeklinde de ayıramayız. İnsanı yada bütün insanlığı bir bütün olarak ele almak zorundayız. Burada adil olanla adil olmayanı ayırma yetisine sahip insanın adalet duygusu ön plana çıkıyor. Tabi insanın adalet anlayışına bir takım egemenlerin (örneğin devletler) müdahale etmemesi gerekiyor. İnsandaki adalet duygusunun doğuştan var olduğu ile ilgili çalışmalar mevcut. Kitap dışından bir referans olarak bir tanesi şu adresten okunabilir. “Neden Adalet İsteriz” https://bilimfili.com/neden-adalet-isteriz

Yazarın özellikle üzerinde durduğu konulardan biri de inanmak bilmek ikilemi. Konu ile ilgili ne kadar çok yazı okudum hatırlamıyorum ancak Nutku’nun cümleleri kadar yerine oturan, doğruyu işaret ettiği hissi doğuran bir görüşe rastlamamıştım. Buradaki satırlar aynı zamanda kendi güdük fikirlerime de teyit eder özellikteydi, dolayısıyla kitapta en çok etkilendiğim bölüm burası oldu. İnanmak da bilmek kadar temel bir özelliktir, bilgi ile iman bilincimizde kaynaşır, diyor yazar. Devamındaki paragraf şöyle; “İnsanın zaman ve varoluş girdabında elini uzattığı Tanrı düşüncesi iki çatışkıyı bir arada barındırır: Tanrı hem öncesizdir, ilktir ve her şeyi başlatandır; hem de sonsuzdur ve her şeyi sona erdirebilendir. Böylece bilinç doğal akışını bırakır, gerçek zamanın dışına çıkar. Bu noktadan sonra inanılan zaman başlar. Bilinen zaman ile inanılan zaman arasındaki sınır, bilincin ileriye geriye gidiş gelişlerinde kayganlaşabilir. İki soru tarzı vardır: Bilim içi ve bilim dışı. Bilim dışı soru tarzı bilimsel soru tarzı kadar önemlidir, ama bilim dışı sorulara verilecek cevaplar bilimselleştirilmeye çalışılırsa, sorular da cevaplar da anlamsızlaşır. “Tanrı var mı, yok mu?” sorusu bilimsel cevap beklerse anlamsızlaşır; çünkü soru ne felsefenin varolma-varolmama sorununun (varolanın değişmesi, başkalaşma sorunu) ne de bilimin hata-hakikat sorununun içindedir, çünkü inancın sorusu aşkınlığa ilişkindir ve ancak aşmacalar kurularak cevaplandırılabilir…” İnanca ilişkin sorular anlamsız değildir, ancak nesnel gerçekliklerle ilgisi yoktur, bu sorulara bilimsel cevaplar verilemez diyor yazar. Buradan sonrası felsefenin de asıl sorusu olarak insanın bu bilgilerle ve inançla ne yapacağıdır.  

Konu ile ilgili bir başka paragraf da şöyle; “…aşkınlığı genişledikçe sistemleşen ve dogmatikleşen inanç, bilimin asgarisini yedek kuvvet olarak içinde barındırmak zorundadır; fakat bilimi yedeklemeyi kendi terimleriyle yapar, bilim terimleriyle değil. Bunun kitabi örnekleri çoktur ve istisnasız hepsi mucize görünümdedir. Bu görünüm inanmanın özüne aykırıdır. Din kitabı doğa bilgisi öğretmeye kalkışırsa, bilimin doğru-yanlış ölçütüne ister istemez toslar, takılı kalır ve gülünç duruma düşer. (Bilim sürekli olarak gelişir ve değişir, inanç bilimin bu değişimine ayak uydurmak zorunda değildir. F.Ç.) Doğabilim önermelerinin dinde sembolik anlatımlarla sunulduğu iddiası gizemciliğe doğru kaçamaktır. Fakat çocuklara masal anlatmak kadar işlevseldir, bilgiyi harekete geçiricidir. Özellikle tek tanrılı dinlerde vicdan, insafa ve adalete çağrı asıl ses olduğundan, tefsir sesleri çağrıyı bulanıklaştırır. Çağrıda bireysel kibrin, toplumsal zulmün, iktidar hırsının toplumsallaşmaya aykırılığı vurgulanır.

Bilginin bittiği yerde inancın başladığı düşüncesi ilk başta oldukça akla yakın gelse de gerçekte öyle olmadığı kolayca anlaşılıyor. İlk insanların kıt bilgilerinin ve dolayısıyla bol korkularının onları tanrı arayışına ittiği ve göğe bakmaya başladıkları bilgisi, modern insanın hala ilk insanların inanç temellerinin sınırında geziniyor olması ile birleşince ilk baştaki varsayıma karşı önemli bir delil sunuyor.

Bir başka bölümde de son yıllarda artık etrafta görmekten çok fena bunaldığım bir mesele ile ilgili güzel bir cümlesi var Nutku’nun. Ben söyleyince inanmıyorsunuz ama Nutku da “Gelecek geçmişe özlemle kurulamaz. Bugün geçmişin gerisinde kalmış olsak bile yine de kurulamaz.” Diyor.

Felsefi düşünceler çoğu kez çığır açan (doğal olarak) bilimsel buluşlardan sonra, onların etkisi ile doğar ve gelişirler.  Binlerce yıldır aynı sorular sorulmaya devam etse de değişen çağlar ile birlikte felsefenin soruları da hızla çoğalmaya devam edecek.

Bir yerde de Darwin’in evrim teorisinin, vicdandan yoksun sanayi çağının gereği olarak yeniçağda amacından saptırılarak güçlünün hayatta kaldığı güçsüzün yok olduğu bir doğal seçilim olarak anlatıldığını söylüyor. Evrim teorisi ile ilgili son derece insanı ve eleştirel bu yaklaşım da oldukça hoşuma gitti.

Bilme, neredeyse bütün hayatım boyunca benim için hayatı anlama ve yürütmede en önem verdiğim şeylerden biri olmuştur. O an üzerinde olduğum konu ne olursa olsun hakkındaki söylenen her şeyi bilmek, yazılmış her şeyi okumak isterim. Böylece daha iyi ve doğru kararlar verebileceğimi ve daha iyi bir hayatım olacağını düşünürüm. Bu en azından benim için çok zor olan karar verme aşamasında işimin tam bir kesinlikle görülmesi anlamına geliyor. Yada kafamda geriye dönük olarak soru işareti kalmaması gerekiyor.  Oysa Uluğ, bütün önemine rağmen “bilme”nin hayatı sürdürme çabasındaki insanın tek kaynağı olmadığını söylüyor. Uluğ’a göre inanma, değer duyma, anlam verme, erek koyma (amaç belirleme) gibi önemli ve birbirine bağlı eylemler de en az bilme kadar önemli.

Çok çarpıcı ve üzerine uzun uzun düşünmemi sağlayan bir cümle de kitabın Arayışlar bölümde Heredot’tan aktarılan hikâyeyle birlikte veriliyor. Antik Yunan Atina’sının yasa koyucusu Bilge Solon’un zengin Lidya kralı Kroisos’a verdiği dersten ve Kant’ın “İnsan mutlu olamaz ancak mutlu olmaya layıktır” sözü ile bağlantı kurarak mutluluğun ancak ve ancak ölümle birlikte var olabileceğini söylüyor. Diğer türlü mutluluk ancak geçicidir ve hayatın ne getireceği bilinmez. Kişi ne kadar zengin olursa olsun ölüm gelene kadar yeniden fakir ve düşkün kalabilir. Zenginlikle geçmiş iyi bir hayat ancak sonlandıktan sonra mutlu olarak nitelenebilir deniliyor.

Kitabın Doğa-İnsan Bağının Yeniden Yaratılması İçin Üç İlke adlı bölümünde, Bilinen Her Şeyin Uygulanması Gerekmez ilkesi açıklanırken şu çarpıcı örneklere başvuruluyor. Bu örneğin özellikle ilgimi çeken tarafı teolojik yaklaşımıydı. “ Hubble teleskopu teknolojinin en üstün başarısıdır. Tarihte ‘dünyanın yedi harikası’ diye adlandırılan anıtsal yapılara sekizincisi olarak katılması doğru olur. Eski çağlarda aramızdaki yücelik boşluğunu hem gösteriyor hem de asıl neyin kalıcı olduğunu hatırlatarak bilim ve sanata duyarlılığımızı tazeliyor. Hubble teleskopu günün birinde bozulsa bile, bu evren gözlüğünün ilettiği bilgiler düşüncemizin derinleşmesini ve evrendeki yerimizi yeniden belirlemeye girişmemizi sağladı. Ama bu harikanın, dünyanın güncel sorunlarına çözüm getirmede hiçbir katkısı, uygulanımı yoktur. Ne kasırgaları ve selleri önler ne de insan haklarını iyi tanıtır. Eğer evrendeki yerimize yeniden bakmamızı sağlamasaydı, görme duyumuzun evrene yayılmasının anlamı olmazdı. Oysa evrenin ‘başlangıçta’ bir defalık patlamalardan sökün etmediğini, yeni patlamalarla yeni galaksiler oluştuğunu öğrendik. Bu bize başlangıç ve son kavramlarının kısıtlayıcılığını aşmamızı da öğretti, insanın da ‘küçük evren’ olarak kendisini hep yeniden yaratabileceğini.  Salt matematikte de hiçbir uygulanımı olmayan yapılar var. Bunların gelecekte uygulanabilirliği ‘belki’yi dışlamamakla beraber uygulamasız kalmaları, matematiğin idealitesinin evrenin realitesini aştığına işaret ediyor. Bilgisayarların ulaştığı en büyük asal sayı evrendeki atomların sayısından fazla ve daha büyüğü bulunabilir. Bunun da uygulaması yok; ancak, nesnel evrenle birlikte başka bir yapının varlığına ilişkin felsefi sorunun çağdaş bilimle yeni içerik kazanması olanaklı. Atomaltı yapılara indikçe fiziğin matematiğe dönüşmesi, teolojiden uzak tutularak ethiğe bağlanabilir bir düşüncedir ve insanın değer bilinci, gerçekliği aşan amaçları, evrendeki amaçsız oluşa karşı bir ideali, toplumsallaşmanın realitesine yerleştirebilir.”

Kitabın sonlarına doğru olan bir bölümde yazar; felsefeyle uğraşmaya başlayan insanın öncelikle amaç, anlam, değer, ölçü, nicelik, nitelik, hak, adalet, inanç, gelenek, toplumsallaşma ve özgürleşme gibi her gün kullandığımız kavramlar hakkındaki görüşlerinin alınması ve ardından bu sorunları içselleştirmesi, kendine mal etmesi, yaşadıklarıyla bağıntılar kurması ve edindiği biginin dışında kalmaması gerektiğini söylüyor.  Devamında ise; felsefenin salt tartışma olmadığını öyle olsaydı yüzyıllardır sürüp giden tartışmaların insanlara bıkkınlık vermesi gerektiğini söylüyor. Bunun yerine sorunların her çağda her dönemde ve günümüzde hala devam ettiğini bu yüzden de bizi bağladığını ve çözüm arama isteğini dayatmaya devam ettiğini söylüyor.

Kendim için aldığım notlar böyleydi. Buraya kadar okumuş olanınız varsa gerçekten çok teşekkür ederim.

 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BİTİK ERKEKLER - TEKNOLOJİ ERKEKLİĞİ NASIL SABOTE ETTİ? Philip Zimbardo, Nikita D. Coulumbe

HOMO NARRANS, İnsan Niçin Anlatır? İsmail GEZGİN