BELİRSİZ BİR ANIN KIYISINDA - MURAT GÜLSOY



Murat Gülsoy’un onbir yıl aradan sonra yayımlanacak ilk öykülerini çok merak ediyordum. Bu yüzden hiç âdetim olmadığı halde ön siparişle aldım kitabı. Keşfetmekte yeterince geç kaldığım yazarın yeni öykülerini ilk okuyanlardan biri olmak istiyordum. Önceki öykülerini ikişer kez okumuş biri olarak, geçen zamanın Murat Gülsoy öykülerinde neleri değiştirdiğini, eski öyküleri ile arada ne gibi farklılıklar olacağını da merak ediyordum.

“Eski öyküleri ile arada ‘şu şu’ farklılıklar var” demek benim için kolay değil.  Nasıl Oğuz Atay yazınını, aldığım edebi hazdan ötürü, tanımlayamıyorsam aynı şekilde Murat Gülsoy’un öykülerini de tanımlamak çok zor. Bunda, sınır tanımayan postmodern edebiyatı tanımlamanın aynı zamanda ona sınır çizmek anlamına gelecek olmasının da etkisi var. Murat Gülsoy’un metinlerinin okuru hemen içine alan, oyunsu ve sarmal yanını da eklersek, sayfalar akıp giderken kendinizi kaptırıyorsunuz ve sonunda yalnızca geçen zamandan alınan keyif ve o edebi tat kalıyor geride. Ben yine de deneyeceğim.

Murat Gülsoy postmodern bir edebiyatçı. Kendisini tanıtırken “Yazmak kadar yazmak üzerine düşünmeyi de çok seviyor” şeklinde bir tanımlamada bulunuyor. Bunu ilk okuduğumda çok hoşlanmıştım. Bu halini de eserlerinde, özellikle öykülerinde epey ön plana çıkartıyor. Oyunlar kuruyor ve sürekli yeni yazma biçimleri deniyor.

Genellikle kurgu ve gerçek birbirine karışıyor. Çoklu kimliklere sahip karakterler görüyoruz. Edebiyatta ya da sinemada şart olarak görünen çatışma unsuru,  kişinin iç çatışmaları şeklinde yer alıyor Murat Gülsoy’un eserlerinde.

Yazma sürecine okuru da dâhil ediyor çoğunlukla. Buna üst kurmaca deniyor galiba. Ortada bir yazar olduğunu ve eserin kurmaca olduğunu sürekli hatırlatıyor bize.

İnandırıcı, gerçekçi hikâyeler yerine yazımına neredeyse aynı anda şahit olduğumuz öyküler okumak aynı zamanda öğretici de oluyor benim için.

Murat Gülsoy kendisinin de bir zamanlar yazmaktan çok korktuğunu ancak Oğuz Atay’ı okuduktan sonra “Biz de yazabiliriz, biz de yazar olabiliriz” diye düşündüğünü söylüyor. Çocukluk zamanında neredeysen duyduysam yada okuduysam hatırlamıyorum; yazar olmak isteyenlerin o güne kadar yazılmamış yeni bir şey yazmaları gerektiği ile ilgili bir şeyler duymuştum. Hatta bir yazar adayı, “Senden öncekilerin yazmadığı ne yazmış olabilirsin ki?” diyerek reddediliyordu. O zaman, o yazar adayının kırgınlığını hissetmiştim. Bugün Murat Gülsoy tam tersini, artık yeni bir şey yazmanın mümkün olmadığını ama buna gerek de olmadığını söylüyor. Bu son kitabında da benim daha önce düşünüp not aldığım bir konuyla ilgili yazmış mesela. Muhtemelen ondan da önce başkaları yazmıştır. Belki de bunun için seviyorumdur bilemiyorum. Ama ben Murat Gülsoy okuduktan sonra korkuyorum doğrusu, asla yazamazmışım gibi geliyor.

Kitabımızın öykülerine gelecek olursak;

İlk öykü, Sınav Sabahı, kısacık bir son anın sonsuzluğa giden öyküsü. Ömer’in masalsı bir cennet rüyası içinde süre giden huzursuz ve çocukluk hülyalarından kalan, zamanı aşan monologlarını okuyoruz. Sınavlara yetişmek telaşındaki insanın sonunda gerçek bir sınav ve karar anıyla karşılaşması, dehşet dolu son anın umutlu bir geleceğe dönüşmesi okuyucuya ölümden sonrasını değil öncesini sorgulatıyor. 

İkinci öykü, Trapped. Bir filmin içerisinde modern bir gerilim hikâyesi. Döngüsel bir labirentte bu kez mekânın sınırlarını aşmanın yollarını arıyor yazar. Gülsoy Trapped’da  her şeyi anlamanın o kadar kolay olmadığını söylerken anlamanın şart olup olmadığını da sorguluyor. 

Üçüncü öykü, Seçilmiş. Gerçeklikte bir çatlak bulan ve küçücük bir aralıktan gördüklerini yalan yanlış demeden, yorumlamaya çalışan bir hastanın hikâyesi. Olayları ve olguları algılayış biçimimizin neleri değiştirebileceğinin cevabı da bu öyküde.  

Dördüncü öykü, Babanız Geldi. Babaları mezardan kalkıp gelen birbirlerinden tamamen farklı iki kızkardeş ve annelerinin öyküsü. Büyülü gerçekçilik denilen bir tarzda yazılan ve kuvvetli psikolojik tahliller barındıran öykünün sonunda siz de gidip televizyon odasını kontrol etme ihtiyacı hissedebilirsiniz. Ayrıca bu öyküde KHK’lılar ile ilgili göndermeler de yer alıyor.

Beşinci öykü, Unheimlich. Varoluş sancıları çeken bir sanal zekânın öyküsü.  Epeydir sorulan “Yapay zekalar öykü/roman yazabilir mi?” sorusundan yola çıkarak, yeni bir var olma biçiminin yollarını arıyor Gülsoy. “Akıl fazla gelince öykü yazılıyor demek ki” cümlesinde çok güldüm doğrusu.

Altıncı öykü, Anestezi. Bir hastane odasında, ameliyat sonrasında -yada öncesinde mi demeliyim bilmiyorum- kafası oldukça karışmış bir adamın öyküsü. Hastanın zihninin içerisinde anestezinin yarattığı boşluklara sızan değişken karakterlerin, iki ileri bir geri salınan zamanın içerisinde kendilerine yer açmaları, gerçekle düşün birbirine karıştığı tekinsiz bir atmosfer içerisinde sunuluyor.

Yedinci öykü, Geschwind Sendromu. Bir uçakta geçiyor ve postmodern edebiyatın en belirgin unsurlarından birini içeriyor. Yazdığını belli eden yazar. Olaylar yazar tarafından yazıldıkça gerçeklik kazanmaya başlıyor.  Şevkle yazıyorsa yazardı pekala.” cümlesi ne yalan söyleyeyim, bir anlığına kendimi iyi hissetmemi sağladı. 

İyi okumalar dilerim.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BİTİK ERKEKLER - TEKNOLOJİ ERKEKLİĞİ NASIL SABOTE ETTİ? Philip Zimbardo, Nikita D. Coulumbe

Varoluş ve Tarihsellik İnsan Felsefesi Çalışmaları - Uluğ Nutku

Parfümün Dansı, Tom Robbins